17 Ekim 2018 Çarşamba

"Uyurgezer Bir Gölge"


Öğretmenlik sıfatımı takındığımda en çok korktuğum şeylerden biri de edebiyattaki istisnalardır. Öyle ki bir anda öğrencinin gözünde yetersiz, bilgisiz konumuna düşebilirsin. Önceden o istisnadan haberliysen zaten sorun yok, çünkü konunun içinde değinirsin; ama haberli değilsen işte o zaman sıkıntı var demektir. Bilgisi yetersiz öğretmenlerin istisna deyip işin içinden çıktığı öğrenci efsanelerinin birine konu oldun demektir şayet aksi ortaya çıkarsa.
Yazın dünyasının alanını düşündüğümüzde teoride yanılmamak mümkün değil. Hele ki deneysel çalışmalar söz konusu iken. Bundan bir hafta öncesine kadar hikâye konusunu anlatırken üç bakış acısından ve iki anlatım dilden söz ederdim. Şayet öğrencinin biri öğretmenim: “Ben ve o dilinden başka dil kullanılmaz mı?”  deseydi, hayır derdim. Çünkü hikâyede “sen dilini” kullananı ne duymuştum ne de öyle bir hikâye okumuştum, ta ki bu hafta Serkan Türk’ün Uyurgezer Bir Gölge kitabıyla tanışana kadar.

Ray tıkırtıları arasında kompartımanın kapısı açılıyor. İki adam ve bir kadın içeri giriyor. Burası sakinmiş, diyor adam. Kadınla diğer adam onu onaylıyor. İçeri girdiklerinde ikinize de selam vermiyorlar. Umursamıyorsun. Zaten iletişim kurmak istemediğinden önündeki gazeteye gömülüyorsun. Ceketli kuşlar haberi canını sıkıyor. Başka bir haber okuyorsun. Bazen okuduğumuz şeylerle düşündüğümüz şeyler başka olabiliyor. Belki de düşünüyorsun. Moğolistan’da yaşayan bir müzisyenin hayatı üzerine yapılmış kapsamlı bir söyleşi dikkatini çekiyor. Kötü sesler çıkarmam için bana para ödediler, diye başlık atılmış. Flüt çalmak dünyada en sevdiğim şeydi, diyor müzisyen. Gobi Çölü yakınlarındaki bir şehirde yaşadığını, kendisini senelerce iblisleri kovmak için kötü çalmaya zorladıkları için insanlardan nefret ettiğini. Uyduruyor belki de okunmak için bunları gazete Seni çevrendekilerin nelere zorladıklarını sıralıyorsun içinden görünmeyen bir yere. Gobi Çölü’nün uçsuz bucaksız kumları arasında sıyrılıp Nasyonal Sosyalizm konusu hakkında konuşan kompartımandaki diğer yolcuların konuşmasına kulak kabartıyorsun. Kadın sıska bir şey ve çizgi film gibi önünde duruyor. Adamlar kadın konusunda tetikte, hazır cevap. Oysa sen ve genç adam dünyayı yaratan Tanrı’nın yanından geliyormuş gibi yorgun. (Uyur Gezer Bir Gölge - Yarına Giden Tren, Sayfa 11-12)

Söz konusu eserden alıntıladığım metinden de anlaşılacağı üzere hâkim (ilahi) bakış açısıyla anlatılan bu hikâyede anlatıcı sen dilini kulanmış tıpkı 59 ve 65. Sayfalardaki  “Esin” metninde olduğu gibi. Kitaptaki diğer metinlerin dilini de düşündüğümüzde anlatımdaki zenginlik bir anlamda peş peşe okunduğunda durum hikâyelerindeki tekdüzeliği de kırıyor.

Kitaptaki metinler tek tek incelendiğinde bireysellikleri yanında, çok farklı bir bütünselliğe de sahip oldukları görülmektedir. Meraktan yoksun kesit öykülerindeki sürükleyicilik, durum ve duygular şimdi nereye sapacak, hangi yöne evrilecek düşüncesiyle verilmiş. Metinlerde baştan sona kadar sürekli bir devinim söz konusu, tıpkı ana yola hiç çıkmadan sürekli tali yollara sapmak gibi. Bir tren yolculuğuyla başlayıp bir gazete haberine oradan bir çöle, oradan da yumuşak bir geçişle sosyal ve siyasal bir meseleye geçiş yapabiliyor hem de bütün bunları tek bir paragrafta…

Eserdeki bütün metinlere kesit öyküsüdür demek çok zor, ben merkezli öykü demek de. Kefenin birinde Çehov, diğerinde Kafka var. Çoğunlukla Çehov ağır gelse de Kafka’nın da hatırı sayılır bir ağırlığı var. Kitaba adını veren Uyur Gezer Bir Gölge metninde Kafka’nın kefesi neredeyse yere yapışmış. Anlatıcı olan kahraman daha çok kendi ruh hâlini ve hayal dünyasını yansıtır. Kahraman edebi metnin gerçekliği içinde, yaşadığı olayları kendini merkeze koyarak, kendisini de birey kabul edip anlatır. Serkan Türk ben dilini kullandığı hikâyelerinde gözlemlerden ve olaylardan hareketle bireysel bunalım ve çıkmazlara yönelir. Kahramanı dış dünyayı içinde bulunduğu ruh hâline göre algılar ve ona göre anlatır.
Uyur Gezer Bir Gölge metni son derece dikkat çekici ögeleri içinde barındırıyor olması bakımından önemli. İsimlerden ve olaydan yola çıkacak olursak bu metin, büyük aşkı İngiliz şair Ted Hughes'dan ayrılışından sonra toparlanamayarak intihar eden Amerikalı şair Sylvia Plath'ın son yirmi dört saati kendi ağzından anlatılarak öyküleştirilmiştir. Sylvia, çocukları Frieda ve Nick, sevgilisi Ted, Doktor Horder dahası intihar şekli ile birlikte o gün yaşanan olanların birebire uyuşması bize bunun biyografik bir öykü olduğunu gösteriyor.

Serkan Türk’ün “ben” dilini kullandığı diğer öykülerinde kahramanları genellikle düş dünyasına sığınır. Ben dili; anlatıcı için birçok zorluğu beraberinde getirdiği gibi yazar ve anlatıcı okuyucu algısında çok zaman aynılaşır. Bu tehlikeyi, aynılaşmayı, bilebile takıntılı karakterler yaratmak yazar için cesurca bir davranış.
Kesit veya ben merkezli öykünün, olay öykülerinden bir diğer farkı: His ve sezgi örüntüsüdür. “Duru görü” dediğimiz herkeste az çok var olan psişik yeteneklerimizi kahramanlarda, göze sokmadan, görünür kılmak kalemin sinsiliğini gösterir. Serkan Türk’ün şairlikten gelen sinsi bir kalemi var. Her metinde duyguları çeşitlendiren dil, şiirin alegorisiyle veriliyor. Bu da derinlik ve zenginlik demek. Tıpkı ECO’nun dediği gibi: “Her zaman, bir kitabın yazarından daha zeki olduğunu düşünürüm.”
Çok basit gündelik hayat, hislerle bulandırılıp şiirsel bir dille tatlı bir öykü halini alabiliyor. Küçük insan, küçük hayat öyküye büyük farkındalıklarla giriyor. Bu ateşin yakmadığı, buzun üşütmediği kin ve sevginin yoldaşlığıdır. Aynı nefeste hem soğuk hem sıcak üflemek gibi… Duygular tezatları üzerinden verildiği için okuyucuda karşılığını buluyor. İki Kara Leke metninden aşağıya alıntıladığım cümleler bir öyküden değil de bir şiir metninden alınmış gibidir.

            İnsan boşlukta havalanmış bir balon gibi rüzgârın onu götürdüğü yere doğru… Kusurlarımızı unutup bir şeylere başlayabilirmişiz gibi baktık birbirimize. Gözleri iki kara leke. Geceye düşse üzgün… Güne düşse kalp kırıklığı… Sarılmak geldi elimden. Sonra o sarılmak bütünleştiğimiz bir geceye uzadı. Yıldızların birbirine olan uzaklığı yitip gitti. Perde kapandı. Çarşaflara sinmiş o koku başımı döndürdü. Nefesimi kesti.(İki Kara Leke s.46)

Kitapta üzerinde durulması gereken metinlerden biri de Hiç’tir. Hiçlik, yokluğu ve değersizliği ifade ettiği gibi. Aynı zamanda kişinin bütün hüznünü de içine alır. Hiç, çoğu zaman çaresizliğin de ifadesidir. Bazen de beni rahat bırakın demektir. Serkan Türk’te, hiçlik ilk etapta bireysel hüzün iken sonda umursamaya, toplumsal hayıflanmaya dönüşür. Öykünün çıkış noktası ve gelişimi her ne kadar bireysel duygular gibi görünse de zemin toplumsaldır.
Rüya, hayal ve his bu üçlü, üçayaklı tabure gibi her zemine çok rahatlıkla oturabilir. Yazar bu üçlüyü kitabına aldığı metinlerin, neredeyse, tamamına yedirmiş. Sürrealistlerin en önemli tavırlarından biri olan duygu ve düşünce dağınıklığı yazarımızda da kendini göstermektedir.

Tahlil ve tasvirleriyle anlatımını sıradanlaştırmadan nehir öyküler yazan Serkan Türk’ün absürt ve takıntılı karakterlerini uzun soluklu bir metinde hayal etmemek neredeyse imkansız, böylelikle romancılığın da işaretlerini veriyor.
Bir insan kendisine ait olmayan ve hiç tanımadığı hatta kendisiyle hiç ilgisi olmayan insanların fotoğraflarını neden kendi albümüne koyar. İşte bunun cevabını ancak Uyur Gezer Bir Gölge’nin metinleri arasında bulabilirsiniz.


Serkan Türk’ün “Uyurgezer Bir Gölge” adlı öykü kitabı üzerine Atilla Yaşrin yazdı. Varlık dergisinin Eylül 2018 sayısında yer almıştı.


Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...