20 Aralık 2010 Pazartesi

Küçük Bir Oda

Yalnızca haziranın sessizliğine karışmış güneşi, ağaçların arasından başını uzatmış kargaları gördüğüm anlarda hayatın olumsuz yönlerini düşünmüyorum. Taşların üzerinde bir görünüp bir kaybolan kertenkeleler, evin önündeki eski leğene dikilmiş çiçeklere konan kelebekleri, önündeki her şeyi gagalayan tavukları gördüğümde de... Yılın uzun günlerinde, yaprak oynamadığı zamanlarda birileri gelip tüm alışılagelmiş düzeni bozacak endişesi içimi kapladığından olacak, huzursuzluk duyarım. Taraçaya atılmış yer minderlerinin üzerine uzanıp, üzüm salkımlarının gölgesinde düşünürüm. Belli bir şeyde yoğunlaştığımı söyleyemem. Bir an diğerine benzemez çünkü. Sabah erkenden tarlalara doğru giden işçileri görürüm. Bazıları, bir kamyonun kasasında uykularını alamadıklarından gözleri kapalı çömelmiş dururlar. Çocukluğumdan beri kendi rızamla erken kalkmayı alışkanlık haline getiremediğimden anlarım yorgunluklarını. Yeterince mutlu olmadıklarından hep yorgun olan bu kadınlı erkekli toplulukların birbirlerine de faydaları dokunmaz. Dünyaya işçi olarak gelmiş karıncalar gibi, bütün ömürlerini bu uğurda harcarlar. Yazın güneşin altında fındık, çay toplarlar. Kışın o birkaç aylık süredeyse evlerinde saçlarını süpürge ettikleri çocukları için hayal kurmaya çalışırlar. Kurdukları hayaller hemen hemen aynıdır: Yaşadıkları topraklardan uzak şehirlerde, daha iyi imkânlarda yaşamak ve ölmektir bütün istekleri. Çocukları için iyi bir gelecek. Kendileri okuyamadıklarından çocuklarını ilk mektebe yollamaya gayret ederlerse de biraz serpilip uzadıklarında önlerine katıp tarlaya götürürler onları. Okul hepsinin usunda bir çocukluk masalı olarak yer eder. Evlenip çevre köylerde ev kurduklarında da içlerinde bir yerde o masalı unutmamak için kendilerine söz verirler. Onlardan biri olmadım. Şanslı olduğumu düşündüğünüzü sezer gibiyim. Hiç sandığınız gibi değil. Kırk küsur senelik ömrümü bu taraçada, şu önümüzdeki bahçede ve aşağıdaki küçük odada geçirdim.

Doğduğum günü anlatan herkes ebemin odadan çıkarken gözyaşlarını tutamadığını söyler. Dünyaya gelişimi mucizeye bağlayanlar da olmuştur. Şekilsiz bir patates gibi çıkıvermişim zarımdan. Bütün o insana benzemeyen yanıma rağmen annemin gayretleriyle yaşama tutunmuşum. Suya at, boğ, diyenler de olmuş anneme. Bu çocuğun kendine bile faydası olamaz, bıraksaydınız ölseydi, diyenler de. Gözyaşları arasında on yaşıma kadar büyütebildi beni annem. Sonra bütün bölgenin kötü kaderiymiş gibi amansız bir hastalığın pençesinde son nefesini verdi. Evin yanındaki tarlaya gömdüler annemi. Bazen odamın penceresinin önünde durur, mezarına bakarım. Konuşamadığımdan, içimden geçiririm söylemek istediklerimi. Babam beni görmez evin içinde. Görmemeyi seçer, demeliyim aslında. Varlığımı bilmezmiş gibi davranmıştır hep. Bir iki kere söz söylemesi gerektiğinde, bu, diye söze başlarken başını çevirip şöyle bir bakmışlığı olmuştur en çok. Benden iki yaş büyük ablam oyuncağı gibi oradan oraya çekiştirmiştir evin içinde beni. Onun dışında dokunanım yok gibidir. Bazen canıma kıymak geçer içimden. Nasıl yapacağımı bilemem. Buradan düşmeye kalksam, daha beter bir durumda kalacağımdan hepten yalnızlığa terk edileceğimi sanırım. Kötü hisleri kovarım içimden. Benden daha kötü durumlarda yaşayan insanların hayatlarını okurum kitaplardan. Bu insana benzemeyen yanıma rağmen, okuma yazmayı öğrenmiş olmama hayret ederler. Sizin de bu yaşamöyküsünü okurken benzer şeyler düşüneceğinizden eminim. Dünya bütün şanssızlıklarıma rağmen karşıma bazı fırsatlar çıkarmadı değil.

Çocukluk yıllarımda, sanıyorum on beş yaşıma bastığım günlerdeydi, köyde bir salgın baş gösterdi. Hemen hemen bütün evlerde, çocuklar ve kadınlar başta olmak üzere, herkes hastalanmaya başladı. Ben ve ablam da bu hastalığın pençesine düştük. Ablamın bağırışları sanıyorum çok uzaktan bile duyuluyordu. Gözlerim terimle kapanıyor, her yerim yanıyordu. Nefes almakta zorluk çekiyordum. Sonunda muhtarın köye getirdiği iki doktor bütün evleri tek tek gezerek herkesi muayene etti ve durumu ciddi olan hastaları da kasabadaki hastaneye sevk etti. Benim ilk evden uzaklaşma şansım bu hastalık pençesinde kıvrandığım günlere denk geliyor. Apar topar bir aracın arkasına taşındığımızı hatırlıyorum. Sonra, altımızdaki koltuğun sallana sallana hareket ettiğini. Uyandığımda bir yatakta yatıyordum. Koluma takılı bir kablonun diğer ucu başucumdaki bir şişeye bağlıydı. Üç dört gün aralıksız uyuduğumu söylediler. Ablam altı günde iyileşip eve gönderildi. Bense orada yaklaşık iki ay kaldım. O güne kadar itilmiş, yok sayılmış, köpek kadar değer görmemiş ben, özel olarak besleniyor ve ilgi görüyordum. ‘Cennet’ diye bir yer varsa, mutlaka bu insanlarla doludur diye geçiriyordum içimden. Her sabah beni kontrol etmeye gelen doktor ona cevap veremememe rağmen sorular soruyor ve benimle konuşmaya çalışıyordu. Onu anlayıp anlamadığımı ise gözbebeklerime bakarak kavrıyordu. Her dediğini duyuyor, söylediklerini anlıyordum. Sonraki günlerde elinde bol resimli bir kitapla koğuşa girdiğini anımsıyorum. Ne olduğu konusunda fikrim bile yoktu. Günlerce süren yakın ilgisiyle harfleri, sayıları tanır oldum. Okumayı ve yazmayı birkaç hafta gibi kısa sürede söktüm. Bedenimin bütün sakatlığına rağmen beynim onun aksine oldukça sağlamdı. Her duyduğum sesi, sözü aklımda tutabiliyordum.

Tekerlekli sandalyeyle hastanenin bahçesinde dolaştığım o günü unutamıyorum. Elimle arabanın tekerleklerini döndürüyor ve istediğim yere birinin yardımı olmaksızın gidebiliyordum. (Ablamın beni gün doğduktan kısa bir süre sonra kucağına alıp taraçaya, minderlerin üstüne bıraktığı anları düşündükçe gözlerim doluyor, yaşadığım şeyin bir mucize olduğuna gittikçe daha çok inanıyordum. Köyün çocuklarının çığlıklar arasında oyunlar oynadığı o günlerde yalnızca zihnimin bana gösterdiği görüntüler eşliğinde yaşayabiliyordum. Gökyüzünün başımın üzerinde uçsuz bucaksız bir kapıyla aralandığını… Ama şimdi onlardan biri gibi özgürdüm.) Ağaçların arasında delirmiş gibi, bir ileri bir geri gidiyordum. Çam ağaçlarını, gülleri, ikindi çiçeklerini, hepsinin gölgesini görüyordum. Birbirine sokulmuş insanları… Caddede ilerleyen otomobilleri. Dünya benim küçük odamın dışında bir yerdeydi ve ben onu ilk kez görüyor, o dünyada nefes alabiliyordum. Sonraki zamanlarda doktorumun gönderdiği kitaplarla başka kıtaları, ülkeleri, yüksek dağları, insanları okuyarak keşfedecektim. Ve yazabildiğim sürece hayatımın anlamlı olabileceği gerçeğini.

Evime döndüğümde o patates biçimindeki yaratık değildim artık. Her şeyi daha başka türlü gören birine dönüşmüştüm. Bendeki bu değişimi gören hane halkı ilk günlerde ne yaptığımla ilgilenir gibi davransa da sonraki günlerde normal yaşantılarına devam ettiler. Her zamanki gibi, kamyonlara binip sabahları tarlalarına gittiler. Otlaklara çıkarttıkları inekleri sağdılar. Düğünlerinde hep birlikte oynayıp, ölülerine ağladılar. Acınacak soyları çoğaldıkça hüzün çöktü yüzlerine. Ben her birini içlerinde durarak, uzaklarından bakarak gördüm. Sandığınız kadar şanssız değilim.

O günden sonra dilim, anadilimin bütün kelimelerini söyledi. Uzun seneler boyu susmuş olan içim haykırdı düşlerini, isyanlarını. Evimin taraçasından baktığım uzak tepeler yakınım oldu. Her bir yanında koştum, otların arasından geçtim, ıslık çaldım, türkü söyledim. Ormanları kardeş bildim. Rüzgârı sırdaş. Ovalarda meleyen kuzulara dokundum. Kendimi topraktan söktüm bir patates gibi bir daha. Annemi büyüttüm gençliğiyle. Babamı uzaklara gönderdim; yok saymasın, özlesin beni diye. Ablamın kocasız kaldığı genç yaşında çocuklarını salladım ninniyle. Yalnız köpeklerin hırıltısı oldum. Akşamların yalnızı. Mezarların ağacı. Minnetle andım güzel bakanları. Her şeyi küçük bir odada büyüttüm. Pencere önündeki bir saksı çiçeği gibi yönümü güneşe dönerek açtım bütün kapılarımı zamana. O da duydu beni. İçimdeki çekirdeğin sesini…

Serkan Türk
Hece Öykü Dergisinde yayınlanmıştır.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...