16 Ocak 2008 Çarşamba

Rüzgârlı Tırpan

Rüzgârlı Tırpan


Sürekli Tezer Özlü'yü düşünüyorum. Senin doğduğun yıl öldü o. Tutup en çılgınca gelen bir şeyi normalmiş gibi yapabilirdi. O yüzden yaşamak zor geldi ona. Zamana yayarak öldürdü kendini. Zaten her insan biraz böyle ölmez mi? Kızıl saçları omuzlarının üzerinden dökülüyor-hep öyle görmek istediğimden olabilir. Belki hep aynı fotoğrafa baktığımdan.- Ben yaşlanırken, o hep genç bakıyor zamanlar ötesinden. Oysa ölenlerin fotoğrafları sararırdı. Bir kitabın kapağında durduğundan mı nedir hep bir gülümseme var yüzünde.

Tahta evlerin olduğu tepelere doğru koşuyor ince bacakları ile küçük bir kız. Havuzun kenarında oturmamış mıydı? Kalkıp oradan, kasabayı çevreleyen yeşilliklerin göründüğü yolda duruyor kımıltısız. İçeri bakmak isteyip başını geri çekiyor pencereden.- Hep dışarıya bakılır pencerelerden.-köpek tam tersine hareketli daireler çizerek ilerliyor orada. O an söylüyor belki “elimin nereye değin uzanabileceğini bilmiyorum”. Belki kuruduğunu sandığı o nehre doğru uzatmalıydı elini. Gökyüzünde beyazlıklarını yitirmeye yüz tutmuş iki bulut kümesi.-Gündüz yağan yağmurları görmüyorsun sen. Bu kadar uyumamalısın.- Saatlerce yağdığı olur. Sokaklar değen her damlayı uzun parmakları ile tutup götürür ağzına. Yaz günleri, tren rayları ve sonsuzluk duygusu yitip gidiyor.



Berlin’de dolaşıyoruz onunla. Sokaklarında yaşlı insanların çok olduğu bir öğlen sonrası güneşe bakıyoruz. Bir gece önce günün ölmeye çalıştığı saatleri zor geçirdiğini fısıldıyor bana. İnsan bedeni eskidikçe başkaları ile uçurumumuz büyüyor. “eski aşk” meyhanesinde sokağı gören bir masada oturuyor, duvardaki resimlere bakıyor. Barın gerisinde gençken gördüğü adam yaşlanmış, pazıları atletinin kolundan dışarı fırlamış. Şimdi çocukları barın önünde hizmet ediyor. Elli yıllık bir meyhane masasında otururken, onun içindeki duvarların ne kadar dar olduğunu fısıldıyor. —Yaşamı bana bu kent hatırlatıyor, bu kent ölümü fısıldıyor her seferinde. Seninle dolaşabildiğimiz çok az yer var bu kentte. Denizin üzerinde yalpalayan kayıkların arasında oturmuştuk bir keresinde. Sonra daha önce hiç girmediğimiz dağ yolunda karanlığa karışmaktan çekinmeden ilerlemen. Az ilerideki kenti görmüştün. Bildiğin yerlerdeki kadar rahattın o yüzden.



İki küçük çocuğun bahçedeki üzüm sepetinin altındaki oyununu bozuyor biri. Hızla oradan mutfak kapısına kadar koşarak geliyor küçük kız. İçeri girdiği gibi gördüğü büyükanne karnına bir bıçak dayamış tezgâhın önünde hareketsiz duruyor.-Eski Bahçe-Eski Sevgi kitabındaki hikâyesinde- başka bir an beliriyor. Büyükanne çukur kazıyor o yaşlı cılız kolları ile. Derileri iyice kemiklerine yapışmış, tüyleri sararmış. Yanına uzanıyor çocuk hali ile Tezer. Elma ağacının arkasında durmuş onlara bakıyorum. Tülbendi rüzgârda uçuyor. O çukura büyükannenin yanına uzanmasını garipsemiyorum. O dağların ardında yitip gidemeyeceklerini, en azından düşüncelerimle onları o çukurdan çıkarabileceğimi sanıyorum.



Çok sonra o şokları yaşarken, kemerle yatağa bağlanmış bir kadının kendi kendini iyileştirebileceğini sananlar yanıldı. Her sarsıntı yeniden başka birine dönüştürürken bilincini, yitirip kazandığı tüm yaşam, onun ilaç şişelerinin dibinde bir aydınlığı aramadığını gösteriyordu.- Elindeki sigarayı hademenin sildiği yerde söndürmesine gösterdiği tepki sonra. Hiçbir yere konulmamış kül tablaları. Kolları ve bacakları kemerle bağlı. Hastanedeki herkesten yardım isteyen çığlığını, başka bir odadan gelen acıklı bir kadın sesi bastırıyor. Bir tür şarkı söylüyor kadın.



Orta Avrupa’da onun sevdiği kentte yeniden gün doğuyor. Balkona masa atmış mıydı? Gazeteden yıllar önce kestiği bir fotoğraftaki silikleşmiş insan yüzüne bakıp düşünüyor ilişkilerini. Hayalet Oğuz’un getirip bıraktığı valizdeki eşyalar sonra. Sanki ben açtım ve içindekileri ayırdım bir kenara. Hangi kitaplar çıkmıştı o kirli çorapların yanındaki valizden? Bir yerlere yazıp iliştirdiği notlara bakıyorum. Pavese, Hemingway’e 1948’de yazdığı gibi “Piedmontese tepelerini gördün mü? Onlar kahverengi, sarı ve puslu, zaman zaman da yeşil… Görsen severdin, Senin C.P.” Tezer Özlü, başka tepelere bakıyor, her birine başka bir renkte yalnızlık bulaştırıyor. Şunun gibi bir şey de yazmış olmasını isterdim belki. Her hangi bir tepeden bakarken, denizin maviliği gökyüzüne doğru kat kat başka türlüdür. Böyle olduğunu görsen sen de sonsuza kadar burada yalnız bir yatakta bir bedenin yanında uzanmasına razı gelirdin. Belki o zaman Vivaldi’nin müziğini yankıladığın duvarlar daha yaşanılabilir olduğunu fısıldayabilirdi. Hayat ölümlüyü doğururken biliyordu çığlık atması gerekir şaplaktan sonra. Attığın çığlığı duydum. Sen yaşamaya başlamıştın bile.







Senin doğduğu zamanlardan daha eskide kalan insanları düşündüğün oluyor mu? Ayhan Işık’ın ince bıyıklı hali… Yılmaz Güney’in elinde silah tuttuğu bir resmini kesmişsindir sen de çocukluğunda. Beyaz bir defterin içine gelişi güzel diğerlerinin yanına yapıştırmışsındır. Zaman, zamanın içinden fırlıyor şimdi. Tanımadık sesler, yalnız yazdıklarıyla, yalnız eski görüntüleriyle varlıklarını koruyorlar. Bu cümleleri yazdığım gün onun doğduğu şehre Kütahya’ya gitmeden bir arkadaşım beni ziyarete geldi, ellerinde papatyalar vardı. Vazoya koydum çiçekleri. Çocukluğundaki bahçede çiçekleri kesip pencere önündeki masadaki porselen vazoya koymuş muydu Tezer? Kokular çocukluğa çağırıyor ve hepsi naftalinli.



Otel odalarının o kimsesiz görüntüsü. Serin çarşafların üstüne uzanıp geçmişten bir yazarın peşine takılmakta neyin nesi? Onun dolaştığı caddeleri, gördüğü ağaçları, baktığı tepeleri, uzandığı çimenleri görmek. Yazdıklarında bir gerçeklik aramak, inanmak hepsindeki yalnızlığa… Üzüm bağlarının altında yeniden gerçek yalnızlığı keşfetmek- Sen de bir çatı katından bakıyorsun denize. Belli ki ilerideki ışıklara, evlere, balkonlara, sigaranın çıkardığı cılız ışığa, yüzlerce yıl önce ölmüş yıldızlara bakıyorsun. Uzaktaki yeşilliklere bakıyorsun. Nerede olursan ol yaşadığın şeyin kendine dokunmak olduğunu biliyorsun. Bu yüzden senin fotoğraflarına bakarken hiç gitmediğimiz yerlerde yaşadıklarını kendi hikâyem gibi görebiliyorum. – Sonra başka bir otel odası daha, yeniden gitme hissi veriyor.



Gökyüzü oturduğu terastan görünüyordur. Altında kalabildiği her an’ı bir tatil gibi yaşamak arzusunda konuşuyordur etrafındaki herkesle. Kim olduklarını, nereden gelip nerede yok olacaklarını umursamadan konuşuyordur onlarla.-Bir hikâyenin doğacağını anlar insan. O anlarda hikâyenin yönünü değiştirmek ister ve girer hayatların içine. Ben senin hayatına, günlüklerine sızmayı başardım mı? Ne diyeceğini biliyorken yine de soruyorum başkaca şeyler duymak için.-bir daha görmeyeceği o insanları dolduruyor hafızasına benim gibi. Tren yolculuklarını seviyor musun sen de? Çocukluğumda sadece filmlerde gördüğüm kompartımanların, yıllar sonra kaç defa beni bir yerden başka yerlere götürürken içindekilerle anlam kazandığını anımsıyorum. Orada tanımadığım yüzlere bakarken, geride kalan her şeye bakarken yeniden geri dönerim diye de düşünmüyordum. Onun yolculuklarından birinde babaları ile iki kız çocuğunun olduğunu, ellerinde hasır şapkalarını tuttuğunu ve onların denize gittiğini görür gibi oluyorum. O yolculuk bunun içindi. Kendi babasının onları götürdüğü yerleri yeniden anımsasın diye. Sevevo’nun kentinin rüzgârlarını hissetmek ve aynı zamanda diş ağrıları yaşamak.



Kafka, Sevevo, Pavése’nin ellerine uzanmak için geçip gittiği tüm yolları, tren istasyonlarını, seviştiği ve acı çektiği bütün günleri, çocukluğunu, ülkesinin tüm yokluklarını, devam eden savaşları, Leyla’ya yazdığı mektupları düşündüm uzun uzun. Yazılanlarda belli belirsiz bir geleceğe tutunma çabası. –Bir araya gelmekten, özlemekten bahsediyordu. Sen hiç kimseyi özlemediğini söylüyorsun her fırsatta. Belki de özlem duygusundan hiç ayrı düşmediğinden böyle değerlendiriyorsun içindeki durumu.- Deli gömleğini giydirir hademe, kollarını ve bacaklarını çekerek bağlar onu yatağa. Üç yatak var odada. –Bu kadarını bilmemizi istediğinden belki odanın içindeki üç yatağı, koridordan onu odaya sürükleyen hademeyi anlatır bize. Hastalardan, hemşirelerden, hatta gelen ziyaretçilerden yardım isteyen sesini işitmiş gibi oluruz. İşte o anlarda daha çok ölmek isteğini düşünüyorum. Bir süre sonra gözlerini sonsuza değin kapayacak. Issız kasabalardan geçen bir trenin içinde, belki ellilerden kalma bir otobüste yol alacak kendi sessizliği ile. Uzaklardan görünen ışıklar Anadolu’nun çok ötesinde. Seninle bir tren yolculuğu yapalım biz. Eylül her şeyin rengini ayrılığa benzetsin.



Benim görüntülerim de iç içe giriyor- S.Stefano Belbo istasyonunda inmiş, alanın ilerisin bulunan kahvenin önündeki sandalyelerden birinde oturup sallanmış. Tanımadığı insanlar arasında ne kadar rahat hissediyor kendini. –Trendeki Yunanlı delikanlının da omzuna yaslanmıştı dişi ağrıyorken. –Sevdiği yazarın hikâye karakteri Nuto, onun sandalyede salladığı sırada, başka bir yerde dükkânın önündeki ağacın altında oturup gazete okuduğunu düşünmüş müdür? Sonra 305 numaralı otel odasında kapıdan adımı atıp tahta yatağa baktığı o an, ölüm bütün binayı terk etmiş olmalı. Belki ileride bir yerdeki tepelerin ardında kaybolmuştu. Kendi bahçesini gece karanlığında bile çok iyi bilirken burada başkasının ülkesinde durup akşam rüzgârının fısıltısından anlamlar çıkarmaya çalışmıştır.



Mumlar odanın içinde yanıyor. Kadın haline, çocuk haline değiyor ışığı mumun. Sonsuz bir karanlık çökmüş avluya. Odadaki eşyaları, duvar saatini, bibloları, üzerinde el yazısı ile karalanmış mektupların üzerine boynu bükük gölgesi düşüyor ışığın. Sayısız cümlenin üzerinde ölgünleşiyor kara zaman. Kapatıp gözlerini bir teras düşünüyor sanırım. Camın önünde oturup bakıyor ötelere. Sayısız yer gezmiş, insanlarla konuşmuş, dünyanın tüm zevklerini tatmaya çalışmış olduğunu düşünmüş olabilir. O yüzden ölmek o kadar korkutucu gelmiyordur ona. Deniz’den sonrası ve öncesi arasında neler değişmiştir hayatında?- Bir çocuk büyür içinde. İrileşip dalından düşmeye hazır bir meyve gibiyken alırlar ellerine küçük bedeni. -Başını buz kütlesinin içinde saatlerce tutamayacağını söylüyor hemşireye.- Hepsini hayal meyâl mi hatırlıyor orada dururken? Deniz büyüyorken ya Tezer ne olmaktadır?



Tezer önündeki yaşamı dalgakıranlarla koruyamadı. O, kendi dünyasından kabuklarından dışarı çıkmak için sürekli gagalayarak hayatı yaşamayı/ölmeyi denedi. Sürekli şoklar gören bedeni yenilmek için hazırdı çoktan. Oysa antik bir tiyatronun basamaklarında oturmuş güneşin dağları bürüyeceği renkleri görmeliydi. Senin doğduğun yıl ölen bir kadını düşünüyorum. “Şimdi gözümün önündeki görüntüler renkli kırları andırıyor. Korkacak bir şey yok. Kırlarda koşuyorum. Sanki bir deniz kentinde yaşamıyorum. Hep kırlar. Esintiyle birlikte eğilen otlar arasında bir başımayım. Birazdan ölüm beni alacak”. Söylediği gibiydi o şubat. Tüm acılarını bir yana bırakıp yaşamaya tutunmaya karar verdiği anda rüzgârlı tırpan biçip gitti çayırlarını.




Kitap-lık Dergisi Kasım 2007 sayısını yer almıştır.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...