22 Eylül 2010 Çarşamba

Melahat Hanım’ın Çığlığı

Melahat Hanım’ın Çığlığı

Serkan Türk

Sıcaklardan şikâyet eden insanların kendilerini parklara, bahçelere ve balkonlara attığı günlere denk geliyor bu olay. Bozcaada göğünde yüzlerce ölü yıldız akıp gidiyor uzaklara.
Apartmanın en alt katında yaşayan yaşlı kadın bir gece yarısı çığlık çığlığa bağırıyordu. Yataktan ter içinde kalktım. Her zaman geç saatlere kadar çalıştığımdan en ufak gürültüyü duyar, ne olup bittiği konusunda kolaylıkla fikir yürütürdüm. Neler duymuyordum ki gece olunca. İki gecedir sabahlara kadar çalışıp üzerine gündüz de yapmam gereken görüşmeler olunca çok az uyumuştum. O akşam da kanepeye uzanmış, elimdeki çeviri kitabına göz atıyordum. Yorgunluktan gözkapaklarımı açık tutamadım. Ne kadar uyudum bilemiyorum. Anlatacağım olay elbette benim uyumamla ilgili değil. Esas konu birinci kattaki Melahat Hanım’ın çığlığı sonrasında apartmanda yaşanması gereken hareketliliğin olmaması…
İnsanlar benim yataktan fırlamama neden olan sesi duymamış olamazlardı. Önce düpedüz apartmanda benden başka kimse yokmuş gibi düşündüm. Kanepeden fırlayıp hole çıktım ama gözlerim hâlâ kapanıyordu. Duvara çarpa çarpa kapının anahtarını çevirdim. Sadece anahtarı üzerinde tutmam yetmezmiş gibi üstüne bir de zincirlemiştim kapıyı. Beşinci katta olmam bir şeyi değiştirmezdi; ne de olsa hırsızlar her istedikleri yere girerlerdi. Alimallah boğazımı kesseler kimsecikler duymazdı burada... Kapıyı açmayı başardım. Apartman otomatiği kapıyı açmamla birlikte pat diye yandı. En üst katta oturuyorum. Hep apartman girişlerinde, boyası badanası dökülmüş yerlerde yaşadım daha önce. İyice romatizma sorunları yaşayınca yemin ettim, bir daha başka bir yere çıkarsam mutlaka üst katlarda olacak diye.

Bizim eski ev sahibi de gençten bir delikanlıydı.
“Kirayı artırmalısın abi,” dedi.
Ben de “Zaten iki yüz veriyorum; burası için çok bile,” dedim. Arkadaşça konuşuyoruz güya.
“İki yüz elli verirsen kal, yoksa çık abi. Havada karada ben burayı üç yüze veririm!” dedi. “Üç senedir burada çok uygun bir rakama oturuyorsun. Kirayı da bazen geciktirdin, bir şey demedim,” dedi.
Ben de “Tamam kardeş, bir haftaya yeni bir yer bulur çıkarım,” dedim.
Biraz bozuldum bu konuşma üzerine. Ev bulmak o kadar kolay değil. Günlerce sokak sokak gezdim. Girmediğim mahalle kalmadı. Boynum tutuldu pencerelere bakmaktan. Yaz günü tek başıma, elimde su şişesi, bilmediğim ne kadar muhit varsa hepsini keşfettim. Ara sokaklarda ne güzel eski konaklar varmış meğer. Bahçelerinde rengârenk çiçekler açmış, balkonlarından sardunyalar sarkıyor; o insanın içini kışkırtan kokularıyla yaşama isteği veriyorlar. Ara ara durup soluklandım. İhtiyarlarla kahvelerde oturdum. Sokaklarda çocukların ayağındaki topu çaldım, peşimde koşuştular. Gençliğimde yaptıklarımı yeniden yaşadım.
Senin neyine be adam top koşturmak? Akşam eve geldim, bir öksürme tuttu sormayın. Ciğerlerim yerinden fırlayacak her öksürmemde. Derken ateşim çıktı. İki gün öylece yataktan kalkamadım.
Bizim Murat geldi akşama yakın. Zile bastı. Kalkamıyorum ki gidip kapıyı açayım. Sesim çıkmıyor.
“Evde olduğunu biliyorum, çıkmamışsın,” dedi kapı önünden.
Sesi her zamanki gibi neşeli geliyor. Yeniden yerimden kalkmaya yeltendimse de yapamadım. O sırada sesi kesildi. Gitmiştir, dedim ben de. Meğer evin arka tarafındaki kapıyı kullanmak için dolaşmış bahçe duvarını. Balkon kapısı iyice eskimiş, ittiği gibi içeriye girdi. Birden odanın orta yerinde dikilince nasıl korktum anlatamam. O da yüzü benzi atmış biçimde birden beni yatakta görünce korkmuş.
“Öldün de burada çürümeye yüz tuttun diye endişelenmeye başlamıştım,” dedi. Bakkalın çırağı, abi sizinki iki gündür evden çıkmadı, demiş. O da içeride olduğumu anlamış. Neyse, beni öyle yatakta küçülmüş görünce sırtladığı gibi yakınlarda bulunan hastaneye götürdü. Röntgendi, filmdi derken bayıldık mı yüz yirmi lirayı? Adamın parası yok ki versin, ama gönlü çok zengin çocuktur. Üstüne bir çanta ilaç yazdı doktor. Eskiden beri sevmem ilaçları. Annemin masasının üzerinde her sabah ve her akşam içmesi gereken ilaçları olurdu. Bildiği halde sorardı, bunu şimdi mi içeceğim, diye. Birbirine benzeyen, renkleri başka, o ilaçları yutarken bir sabah onu ölü bulacağımı düşünürdüm. O ilaçlardan benim içmem gerektiğinde ağzımın içine içene sokardı parmaklarının ucunda tuttuğu ilacı. İçmeyeceğimden korkardı belki de.
Eczaneden çıkıp eve geldik. “Ben şimdi sana bir çorba yaparım, bir şeyciğin kalmaz abicik,” dedi Murat. Bol maydanozlu bir çorba pişirdi mutfakta.
Beşinci günün sonunda nihayet iyileştim.
Biz, beş kuşaktır Bozcaadalıyız. Babam kumarda her şeyini kaybedince kalkıp Çanakkale’ye yerleşmek zorunda kaldık annemlerle. Bunca yıldan sonra ani bir kararla baba memleketine dönmeyi düşündüğümü Murat’a söyledim.
“Olur abi, ben de gelirim seni zaman zaman görmeye,” dedi.
Birkaç gün sonra her şeyi kutulara koyup adaya geldik. Ada kıyıdan başlayarak öyle güzel bir bitki örtüsüyle sarılıydı ki çocukluğumdan beri unuttuğum ne kadar şey varsa hepsini anımsadım kısa bir an. Burada, kendime yeni bir dünya kuracaktım. Gözlerimiz pencerelerde ‘kiralık’ yazısı aramaya başladık. Kısa sürede adanın bir ucundan diğerine kadar yürüdük. Sonunda bu oturduğum evi bulduk. Birinci katta ‘kiralık daire’ yazıyordu. Pencerelerinde perde olduğundan emin olamadık ama çaldık zili. Yaşlıca bir kadın camdan uzattı başını.
“Kimi arıyorsunuz evladım?” dedi.
Murat, “Kiralık daire yazısını görmüştük onun için gelmiştik...” dedi.
“Bekleyin kapıyı açıyorum,” dedi kadıncağız.
O gün tanıştık dünya tatlısı Melahat Hanım’la. Gözleri pek iyi görmezmiş. Çocukluğunda güneşe bakamazmış. Ama inatla şişeleri kırar ve parçalarını tutup camın arkasından bakmaya çalışırmış. Ağaçlar camın arkasından gölgelik yerlerde duruyor gibi görünürmüş anlattığına göre. Murat’la bakıştık. “Böyle olur mu abicik?!” diye sordu. Dirseğine vurdum: “Kadın duyacak!” dedim alçak sesle.
Eve bakmamız için anahtarı bize verdi. En üst katta geniş bir balkonu vardı. İki büyük odası ve güzel bir mutfağı… Şehri tepeden gören bir semtti. Özellikle yaz akşamları buranın nefis olacağı üzerine konuştuk Murat’la. Beş dakika sonra merdivende bizi beklerken bulduk kadını. Kira konusunda onunla anlaşmamız zor olmadı. Yalnızlıktan çok sıkıldığını, çocuklarının yurt dışından üç senede bir yalnızca iki haftalığına geldiğini söyledi. Bu sırada ben, evinin içindeki eşyaları inceliyordum. Sanki daha yeni alınmış hissi veren koltuklarının arasında, büyük saksılardan sarmaşıklar yükseliyor, odayı dört dönüyordu. Dördüncü köşenin sonundaki ucuysa, aşağıya doğru sarkıyor, yeniden saksısına dönecekmiş gibi bir izlenim veriyordu. Çevreyi incelemeyi sürdürürken bizim için hazırladığı, içinde buz parçaları olan oraleti içmiştik. Melahat Hanım yalnızlığını bozacak her şeye açıktı. Oraya taşındıktan sonra, iki günde bir mutlaka kapısını çalıp hatırını sordum. Ben kapısını çalmasam bile o pencereden dışarı bakarken karşılaşırdık, gülümserdi oğlunu görmüş gibi. Apartmanda yaşayanlardan bir de Salim Bey vardı, ara sıra sohbet ettiğim. Öğretmen emeklisi candan birisidir. Bahçedeki çiçeklerle oyalanır çoğu zaman. Sevgiyle kurumuş dalları, yaprakları koparır çiçeklerden.

Öyle kolay sinirlenen biri değilimdir. Yataktan fırladığım gibi alt kata inince biraz panik yapmış olabilirim, kabul. Durduk yere niye bağırıp çağırayım insanlara canım. Melahat Hanım’ın çığlığını iki üç dakika evvel duymuş olmalıydım en çok. Ayakkabılarımı giyemedim o telaşla. Kadıncağızın kapısı açıktı. İçerisi karanlık. Kapıyı elimle hafifçe ittirdim. İçeriden ses gelmiyordu. Tam o sırada apartman otomatiği pat diye söndü. Elim o karanlıkta Melahat Hanım’ın duvarındaki lambayı aradı. Karanlıkta bir köre dönüştüm. Bulup yaktım lambayı. Dedim ya, arada bir gelirdim yanına. Her zaman oturduğu odaya baktım. Birkaç koltuğun üzerinde beyaz çarşaflar vardı. Daha önce bu çarşafları gördüğümü hatırlamıyordum. Yatak odasına baktım hemen sonra. Balkona da baktım, orada da değildi. Yaşlı kadıncağız uçmadı ya? Başına bir iş gelmiş olabileceği hususunda daha çok endişelendim o vakit. Yan dairenin zilini çalmak üzere kapıdan adımımı atmıştım ki iç çamaşırlarıyla Ahmet Bey açtı kapıyı. Ne yapıyorsun bu saatte burada der gibi yüzüme baktı. Bir şeyler de söyledi sonra, ama benim endişem onun söylediklerini bastırıyordu. Yaşlı kadının sesini duyduğumu, yardıma ihtiyacı olabileceğini düşündüğümü filan söyledim.
“Git işine, delirdin mi be adam, gece gece belanı arama!”
“Siz ne bencil adamlarsınız, yan dairenizde kadın kaçırılıyor, kadının sesini ben duyuyorum beşinci kattan. Sizi uykunuzdan uyandırdığımı söyleyip bana deli muamelesi yapıyorsunuz!” dedim.

“… Ahmet Bey bunun üzerine yaşlı kadının iki ay kadar önce öldüğünü, bağırmasının mümkün olmadığını, Bahçecik Mezarlığı’na gömüldüğünü söylediği sırada boğazına sarıldım. Aramızda biraz arbede yaşanmış olacak ki, sonradan fark ettiğimde onun gözünde ve suratının belli noktalarında şişlikler vardı. Benim ise ne halde olduğumu bilmiyordum, ama yüzümde bir yanma hissediyordum. Kavgayı duyan üst kattaki komşular gelip bizi ayırdı. Sonra da kendimi burada buldum Komiser Bey,” dedim.
Komiser, iyi olmadığımı düşünmüş olacak ki karşımdaki koltukta düşünceli oturuyordu. Sanki o değil de koltukta Hulusi Kentmen varmış ve bıyıklarının uçlarını buruyormuş gibi hissettim bir an. Bıyıklarının altında dudakları bir homurtuyla açılıp bir şeyler söyledi.
“Evden bir şey de çalınmadığına göre, şikâyetçi olmazsanız daha iyi olacak,” dedi.
Yan dairedeki Ahmet Bey benim tıkırtılarımı duyunca kapıyı açmış. Hırsız girmiştir daireye, diye düşünmüş. Beni karşısında öyle görünce şaşırmış tabii. Ben hırsızlık olayını duyunca daha çok sinirlenip üzerine yürüdüm. O esnada Murat, karakola gelip olan biteni öğrenmek istemiş. Genç memurlar da pek bir şey söylemeyince Komiser Bey’in odasına ansızın dalmış. Arkasından iki memur… Komiser onu görünce ‘Sen de kimsin be adam!’ der gibi bakındı.
“Özür dilerim Komserim, abicik ilaçlarını almayınca her şeyi unutur. Unutma hastalığı var,” dedi. Belleğimin giderek zayıfladığından, bunun nasıl ortaya çıktığından bahsetti. “Yarın siz, burada olan konuşmaları sorsanız, hatırlamayacak inanın.”
Belleğimin zayıf olması ya da hiçbir şeyi hatırlamayacak olmamla ilgilenmiyordum o anda: “Komiser Bey, ben Melahat Hanım’ın evini soymaya girmedim! Hırsız değilim!” deyip duruyordum.
Apartman sakinleri şikâyetçi olmadılar da oradan çıkıp buraya geldik. Komiser, “Kaç senedir bu adada görev yaparım böyle şey görmedim hayatımda,” diye söylendi durdu arkamızdan.
Olayın olduğu gece, Melahat Hanım’ın kırkı çıkmış. Öldüğünü, onu evde benim bulduğumu, cenazesinde tabutunu mezara taşıyanlardan birinin ben olduğumu, annemin ölümünde bile bu kadar çok ağlamadığımı Murat hatırlattı bana.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...