19 Eylül 2010 Pazar

Uzaklık Cehennemi-Serkan Türk

Bütün gece rüzgârın sesini duydum. İleride bir yerde, büyük ağaçların arasından eğilip geçiyor ve hemen şurada göreceğiniz taşlığın orada duruyor sanki. Taşlar, yaşlı insanlar gibi her şeyi bilip susuyor. Kırmızı ağaçlar yine görünüyor baharla birlikte aralarında. Uzaktan görsem bile tanırım bu ağaçları yapraklarından. Sonra, buğday başaklarına benzer bir görüntü gözlerimin önünde. Öyle inanılmaz bir yeşil. Serinlik duygusunu hissediyorum o yeşille birlikte. Sağa sola doğru yatıyor başaklar. Arasından yavaşça geçiyorum uzun otların. Gökyüzü aydınlık mı, farkında değilim. Gece mi yoksa? Onu da bilemiyorum. Yalnızca uzun otlara sürtünerek geçiyorum. Orada bir yerlerdesin. Sana doğru mu ilerliyorum? Kaç gün olmuş yüzünü görmeyeli. Elli bir gün, diyor içimdeki o küskün ses. Elli bir. Bunca zaman nasıl seni aramaz. Nasıl görmeden durabilir seni. Mutlaka gizlice neler yaptığını kontrol ediyordur. Hep aynı sokaktan geçiyorsun, aynı lokantada yemek yiyorsun. Otobüs durağının oradaki parkta bir yere sinmiş görüyordur mutlaka seni. Yoksa bunca söz yalan olabilir mi? Yalan işte, hepsini unuttu gördüğün gibi. En son ne zaman göğsüne başını yaslamıştın. İçeride biriken hıçkırıklar aniden çıkıverecek ortaya diye endişelenmiştin içten içe. Gözlerini yummuş ve sadece o an olması gerekeni yaşamıştın. Sessizlik aranızdaki en tanıdık şeydi. Uzunca süre susuyor ve sonra bir türlü tamamlayamadığınız konuya geri dönüyordunuz.

Her şeyiyle onu kabullendiğini söylemenin bir işe yaramadığını öğrenmek mi üzüyor şimdi seni diye soruyorum kendime. Trenin kalkmasına az zaman var. Yan yana oturmuş başka yönlere bakıyoruz. Sözcüklerin anlamını yitirdiği bir zaman daha yaşanıyor. Birazdan o da trene binecek. Asla bir daha her şeyin aynı olmayacağından endişe duyuyor olmakla açıklanabilir mi bu durum? Oysa birlikte biniliyor trene. O evine gidecek. Kararıyor görüntü. Filmin sonuna geldik. Yaşadığımız her ânı bir filmin sahneleri gibi yorumluyorduk. Otlar diyordum ya, işte onların arasından ona doğru gidiyordum. Günlerce, sanki orada denizi ikiye ayırmış Musa gibi ilerliyordum. Her adımımda önümdeki su çekiliyordu. Sen daha uzaktaydın. Sana yaklaşmama çok vardı.
Pencerene baktım. Kapalıydı. Perdeleri sıkıca çekmiştin. İçeri güneş girsin istemiyordun. Bense her gece güneşliği de aralıyorum. Sabah güneş içeri herkesten önce giriyor. Çıplak bacağıma düşüyor ışığı. Bir süre sonra yüzüme vuruyor. Böyle zamanlarda mutlu oluyorum. Uyandığım ve gözlerinle karşılaştığım birkaç sabahı anımsıyorum böyle zamanlarda. Yattığım yerden biliyorum dışarıda güzel bir hava var. Gökyüzü sevdiğim kadar mavi. Bir şeylerin yeniden başlayabileceğini düşünüyorum. Sokakta beni karşında görsen ne düşünürdün sabah sabah? Elli bir gün olduğunu biliyor musun acaba? Hiç bana gelmeyi düşünmüş müydün? Bazı şeylerin yanıtını bilememek değil mi birlikte yaşatan. En büyük düş gücü acabalar. Ansızın hiç ummadığınız bir yerden çıkıveren gölgelerin insana yaşattığı heyecanı başka nasıl açıklayabilir insan.

Penceren, diyorum, kapalıydı. Özellikle o sokaktan geçmedim. Dolmuşa yaşlı bir kadın bindi. “Evladım, beni filanca sokakta bırakır mısın?” dedi. Şoför nedense “Ben o yöne gitmiyorum,” demedi. Saat on biri geçti. Belki iyilik yapacağı tuttu. Arka koltukta oturduğumu unuttu bir an. İtiraz etmedim geç kalacağım filan diye. Bütün gece şehrin ara sokaklarını birlikte gezsek de bir şey demeyecektim. Gitmek istediğim bir yer yoktu sonuçta. Her şeyin sana çıktığı bu şehirden kaçmak mümkün değildi. Kaçmadım. Alıştım bu duyguyla yaşamaya. Yaşlı kadın evinin birkaç bina uzağında indi. Bu gece seninle karşılaşmamı isteyen bir melek olmalı bu kadın dedim kendime.

Hayır, seni göremedim. Işığın sönüktü. Orada inip zilini çalabilir miydim? Otların arasından geçtiğim gecede olduğu gibi bunu yapmamak için kendimi zorladım. “Madem bu kadar çok istiyorsun onu görmeyi, neden yapmıyorsun?” dedi içimdeki ses. Sus, dedim ona. Kapa çeneni! O esnada balkon kapısını açık bırakmışım, rüzgârdan çarptı. Üşenmeme rağmen kalktım kapısını kapadım. Karşı tepelerde her şey yeşermişti. Orada da kırmızı ağaçları görebiliyordum. Balkonumdaki çiçeklerden birkaçı susuzluktan ya da soğuktan kurumuştu. “Günlerdir neye bakıyorsun sen, çiçekleri kurutacak kadar geçmişsin kendinden,” dedi içimdeki ses bana. Ayçiçekleri gibi güneşe yüzümü döndüm. Onun dışında bir şey göremeyecek kadar körüm dedim.
“Geçen bahar hiç böyle değildin,” diye devam edecek oldu ses. Geçen bahar her şeyin başka olması için çok çaba harcadım. Gözümün önünde olmandan inanılmaz bir mutluluk duydum. Yeni bir eve taşınmıştım. Başka sokaklara bakıyordum artık seninle. Kıyı boyunca yürüyorduk. Dağlara bakıyorduk. Torosların yükseklerinde henüz kar erimemişti. Bir şeye bakmanın en güzel haliydi yüzün, hep karşımdaydı.
Kalın bir kitabı okumaya başlamıştım seninle. En heyecanlı sayfalarında olmalıydım hikâyenin. Bir sayfayı bitiriyor, diğer sayfaya geçeceğim an heyecanlanıyordum. Sonra öyle bir an geliyor ki kötülük sızıyordu hikâyeye. Kılıçlarımızı çekmiş, bekliyorduk. Düşman askerleri dağın yamacından koşarak üzerimize doğru geliyordu. Her yönden geliyorlardı. Bize kaçacak yer bırakmıyorlardı. Ağızlarından salyalar akıyordu. Öyle yüksek sesle bağırıyorlardı ki sağır olmamak için biz de onların üzerine üzerine koşuyor ve bağırıyorduk. Sonra demirin sesi… Kılıçların çarpışması. Kim kimi öldürüyordu? Neden yapıyorduk bunu birbirimize? O soğuk demiri en derinine kadar sokuyordum. Acıtıyordum o sevdiğim tenini. Gözlerinde umutsuz bir bakış beliriyordu. Sonra aniden elindeki kılıcı hatırlıyor ve saplıyordun onu bana. Sırtımdan çıkıyordu diğer ucu. Sonraki sahnede hepimiz dört bir yanda uzanmış yatıyoruz. Ölü müyüz? Değiliz sanırım. Gözlerimiz açık. Gökyüzünde siyah bulutların arasından görülen mavilik… Yağmur yağacak ve her şey eskisi gibi olacak diye geçiriyorum içimden. O sırada sen nerede yatıyorsun? Sonsuza kadar orada uyuyacağımı sanıyorum. Beni öldürenler arasında yüzün belirecek. Kaldırıp bir çukura atacaksınız beni. Öyle olmuyor. Sonsuza kadar kendi cehennemimi yaratıyorum. ‘Uzaklık cehennemi’ diyorum adına. Her gün biraz daha yakıyorum kendimi. Anılarsa her geçen gün daha çok belirginleşiyor. Çiviyle yazıyorlar anıları derime. Denizin ortasına kadar ilerleyip orada kalmış bir Musa kadar inançla bakıyordum yaşantımıza. Suların beni yavaş yavaş kapadığından habersiz kanıyordum.

hece öykü 40.sayıda yer almıştır.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...